Peygamber Efendimiz, bilhassa Ramazan ayında Kur’ân-ı Kerîm’e daha fazla ehemmiyet verirdi. Dostu Cebrâil –aleyhisselâm– ile bu ayda her gece Kur’ân-ı Kerîm’i mukābele ederlerdi. Vefâtından önceki Ramazan’da ise bu mukābeleyi iki kere yaptılar.
Fahr-i Kâinât Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kur’ân-ı Kerîm’i, Cebrâil –aleyhisselâm-’dan sonra bazı Efendimiz’in nurlu yolundan giden cümle Hak dostları gibi, İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh de Ramazân-ı şerîfe çok îtinâ gösterir, bu mübârek ayda çokça hatim indirirdi.
Şerefini Kur’ân ile bulan bu mübârek ayda; biz de Kur’ân’ı tefekkürle, tahassüsle duyarak ve âyetlerin muhtevasında derinleşerek okumalı, ahkâm ve ahlâkını hayatımıza tatbik gayretimizi artırmalıyız. Okuduğumuz âyetlerin, rızâ-yı ilâhîye uygun bir şekilde şümûlüne girme heyecanını yaşamalıyız.
Son on gününde Efendimiz’in müekked bir sünnet olarak mescidde itikâfa, yani dâimî bir ibâdet ve tefekkür iklimine girdiği Ramazân-ı şerif; nefis muhasebesi ve gönül murakabesi için de eşsiz bir zaman dilimidir.
Hazret-i İsa –aleyhisselâm-, İncil’den ilk ilâhî kelâma nâil oluncaya kadar Sair Dağı’nda kırk gün kırk gece aç ve susuz kalmıştı. Musa –aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’la mükâleme şerefine ermeden önce, Tûr Dağı’nda kırk gün savm-ı visâl (iftarsız oruç) tutmuş, bir nevî riyâzata girmişti.
Tasavvuftaki, mâsivâdan tevbeyi, yani Allah’tan uzaklaştıran her şeyden kalben ve rûhen uzaklaşarak «hiçlik» ve «yokluk» hâline erebilmeyi; oruç, îtikaf ve diğer Ramazân-ı şerîfe mahsus mânevî feyiz akışları kolaylaştıracaktır.
Ramazân-ı şerîfin sonu, bayram olduğu gibi; bu gayretlerin neticesi de, ebedî saâdet ve huzur olacaktır.
Nitekim hadîs-i şerifte buyurulur: “…Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri orucunu açtığı andaki; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir…”(Müslim, Sıyâm, 164)
Yorum Yazın